Osmanlı Devleti Kayı beyi Osman Gazi tarafından 1299 yılında
Söğüt beldesinde kurulmuş, ilerleyen yıllarda hızla büyüyerek 200 yıl içerisinde
cihan devleti haline gelmiştir.
Türk tarihinin Osmanlı evresini yorumlarken
beklide en çok yoğunlaşmamız gereken evre devletin kuruluş süreci olmalıdır.
Zira devletin toplumsal temellerini, gayesini, ilerleyişini, evrilişini ve her
şeyden öte başlangıç noktasını doğru tespit etmemiz, Osmanlının ortaya çıkış
sürecinden yıkılış sürecine kadar olan tüm evrelere bakışımızın olgunlaşmasını
sağlayacak, tarihi tarihsel verilerle yorumlamamıza yardımcı olacaktır.
Türkler, İç Asya’dan başlayan göç hareketleriyle 900 yıllık bir
serüvenle adım adım batıya ilerlemiş (M.s. 150-1150), kimi kolları Avrupa’nın
doğusuna kadar ulaşmış (Avrupa Hunları, Uzlar, Kıpçaklar, Kumanlar), kimi
kolları Hazar Denizini Türk gölü haline getirmiş (Hazar Devleti), kimi kolları
ise Selçuklulardan daha erken dönemlerde Anadolu hudutlarına ulaşmışlardı (Oğuz
Yabguluğu). Ancak hiçbiri Sultan Alparslan gibi kesin ve geri dönülmez bir
galibiyetle Anadolu’da tutunamamıştı.
Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan, 1071’deki destansı
zaferinden sonra Anadolu’nun kapılarını Türk boylarına açmış, ata yurtları olan
İç Asya’dan demografik ve siyasi çalkantılar nedeniyle tutunamayarak batıya
doğru süregelen göç serüvenlerinde nihai yurtlarına adım atabilmişlerdi.
Büyük
Selçuklu Devletinin en güçlü döneminde Anadolu’nun kapılarını açan Türkler,
Bizans’ın Anadolu’daki kesin hâkimiyetinin ortadan kalkmasından sonra Orta
Doğu’dan gelen diğer Semitik (Arap kökenli) toplumlarında Anadolu’ya
yaklaşmalarının önünü açmıştı. İlerleyen 100 yıllık süreçte Büyük Selçuklu
Devleti yıkılmış, Anadolu’nun bağrında bakiyelerinden yeni bir devlet kurulmuştu
(Anadolu Selçuklu Devleti).
1071’den itibaren Anadolu’nun bereketli toprakları Türkler
tarafından akın akın yurt edinilmeye başlandı. İç Asya’da tutunamayan Türk
boyları, henüz 2 yüzyıl önce göçtükleri İran/Irak/Suriye hattındaki Müslüman
Devletlerin birbirleri ile çatışmalarından uzaklaşmak ve Büyük Selçuklu
Devletinin yıkılmasından sonra yeni ve daha müreffeh yurtlar arayışına girmek
için Anadolu’ya akın ediyorlardı.
Bununla birlikte Selçuklulardan önce
Anadolu’ya yaklaşan Oğuzlar, Hazar Devletine bağlı göçebe Türk boyları,
Karahanlı Devletinin ardılları ve Selçuklulardan sonra Anadolu’ya göç etmek
zorunda kalan Harzemşahlar ve elbette İran/Irak/Suriye hattında Büyük Selçuklu
Devletine tabi olan irili ufaklı Fars ve Arap kabilelerde bu göç dalgasına
katılmışlardı. Anadolu, 1071-1200 yılları arasında yoğun ve istikrarlı göçlerle
yeni ev sahipleri tarafından yurt haline getiriliyordu.
Anadolu’nun Malazgirt savaşı öncesi demografik yapısı oldukça
kozmopolitdi. Doğu Roma İmparatorluğu Anadolu’da yaşayan bölgedeki muhtelif
toplumları paralı asker olarak kullanıyor, bölgenin güvenliğini sağlamak
karşılığında ise paralı askerlere ödediği ücretleri vergi adı altında dolaylı
olarak geri alıyordu.
Alparslan’ın Anadolu’nun kapılarını açmasından sonra Doğu
Roma’nın Anadolu üzerindeki tahakkümü ortadan kalkınca bölgeye yaşayan toplumlar
(Ermeniler, Gürcüler, Küçük Kafkas Prenslikleri, v.b.) Selçuklu Ordusu ile
savaşmaktan çekinerek ve hatta Doğu Roma’ya karşı Selçuklu Ordusuna hizmet
ederek hayatta kalmaya çalışıyorlardı.
1071-1220 yıllarındaki bu çalkantılı dönem, Anadolu Selçuklu
Devletinin en güçlü dönemine kadar devam etti. Anadolu Selçuklu Devleti
hükümdarı Alaeddin Keykubat döneminde ise(1220-1237) bölgenin kaderini
değiştirecek önemli gelişmeler yaşandı. İç Asya’dan başlayan Moğol akınları
Anadolu hududuna kadar ulaşmıştı.
Moğol istilalarına kadar Anadolu’ya göçmemiş
olan Türk boyları da mecburiyet gereği Anadolu’nun Osmanlı Devleti öncesi son
kalabalık göç dalgalarını oluşturdular. Üstelik Gazne Devletinin en kalabalık
bakiyesi olan Harzemşahlarda Anadolu sınırlarına kadar ulaşmış, 13. Yüzyılın
başlarında ortaya çıkan bu siyasi çalkantı Anadolu’daki Selçuklu hakimiyetini
tehdit etmeye başlamıştı.
Artan Moğol baskısı ve Eyyubi Devletinin ardılları ile
kötü giden siyasi münasebetlerden sonra bölgedeki önemli güçlerden biri olan bir
diğer Türk Devleti Harzemşahlar ile savaşın eşiğine gelinmiş, Selçuklu
hâkimiyetini kabul etmiş olan Ermeniler, asi ve kalabalık bir Türk boyu olan
Artuklu ve Mengüçlü beyliği Anadolu Selçuklu Devletine bağlılığını reddederek
bağımsızlıklarını ilan etmeye teşebbüs etmişlerdi.
Bu keşmekeş Anadolu’daki
Selçuklu hâkimiyetini derinden sarsmaya başladı. İlerleyen yıllarda Moğol
tehdidinin artması Anadolu Selçuklu Devletinin otoritesini kaybetmesine neden
oldu. Bu durum Selçuklu devletine bağlı beyliklerin başına buyruk hareket
etmelerine yol açtı. Anadolu’da yerleşik hale gelmiş olan Türk boyları ise
artık kendi kaderlerini tayin etmek zorundaydılar.
1250’li yıllardan itibaren Anadolu tam anlamıyla bir otorite
boşluğuna sürüklendi. Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubat’ın vefatından sonra
yerine geçen oğlu 2. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246), devleti ayakta tutmakta
zorlandı. Irak-İran-Suriye hattından göç eden Türkmenler itikadı farklılıklar
nedeniyle (Alevilik-Sünnilik) ayrışmış ve devlet tarafından yurt verilmeyince
tarihe Babai isyanı olarak geçen hadise gerçekleşmiş, bu hadisenin neticesinde
Gıyaseddin Keyhüsrev tahtını terk ederek kaçmıştı.
Keyhüsrev, sonradan tekrar
tahtına geçse de hükümdarın otoritesinin sarsılmış olması Selçuklu Devletinin
merkezi idaresini zayıflatmaya yetti. Moğollar ise kendilerine karşı koyabilecek
tek güç olarak gördükleri Selçukluların zayıflamasını fırsat bilerek Anadolu’ya
ilk saldırılarını gerçekleştirdiler.
1243’de yaşanan Kösedağ savaşında yenilen
Selçuklu Devleti Moğol hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı. Selçuklu Devleti
artık Moğol hükümdarları tarafından atanan valiler tarafından yönetiliyor,
Selçuklu sarayı Moğol tahakkümü altında varlığını devam ettirmeye çalışıyordu.
Moğol idaresini kabul etmek zorunda kalan 2. Gıyaseddin
Keyhüsrev’in vefatından sonra Selçuklu Devleti içerisinde saltanat mücadeleleri
baş göstermeye başladı. Anadolu’nun bereketli topraklarında gözü olan Moğollar
için bu büyük bir fırsat oldu. Kendilerine boyun eğmeyen boylar ve aşiretler
üzerinde zulüm uygulamaktan imtina etmeyen Moğollar (İlhanlı Devleti) tarih
kayıtlarındaki tahminlere göre 400 Binden fazla Türkmen köylüyü vahşice
katletti.
Anadolu onlarca beylik, yüzlerce aşiret ve milyonlarca Türkmen
tarafından yurt edinilmiş ancak merkezi bir idare tarafından yönetilemeyen
keşmekeş bir coğrafya haline gelmişti. Türkmenler artık kendi kaderlerini tayin
etmek zorundaydılar. Bu minvalde kendi istikbalini çizen boylardan Kayılar
Anadolu Selçuklu döneminin son evresinde güçlenerek Osmanlı Devletinin
temellerini attılar.
Anadolu Beylikleri Dönemi
Anadolu Selçuklu Devleti, Kösedağ Savaşı sonrasında Moğol
tahakkümü altına girmeye başladığında merkezi otorite sarsılmış, Anadolu’da
bulunan beylikler Moğol tahakkümü altına giren Selçuklu saltanatına bağlılığını
yitirmişti. 13. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise durum daha da vahim bir hal
aldı. Selçuklu saltanatı mücadelelere sahne oluyor, birbiri ile anlaşamayan
varisler kendi hâkimiyetlerini ilan ederek devletin coğrafi sınırlarını bölüyor,
Moğollar ise bu keşmekeşten istifade ederek Anadolu’yu yağmalıyordu.
Bu tarihlerde Anadolu’da Selçuklu Devletine tabi 9 beylik
bulunuyordu. Devletin batı sınırlarında Artuklu (Mardin) ve Dilmaçoğulları
(Bitlis), kuzeyde Çobanoğulları (Kastamonu) ve Pervaneoğulları (Sinop), güney ve
batı sınırlarında Alaiye (Alanya), Kaserioğulları (Balıkesir), Menteşoğulları
(Milas), iç kısımlarda ise Karamanoğulları (Konya), Sahipataoğulları
(Afyonkarahisar) beylikleri bulunuyordu.
Selçuklu devleti zayıfladıkça Anadolu beylikleri bölgelerinde
daha çok söz sahibi oluyor ve kendi içlerinde güçleniyor ancak Anadolu’da ki
birlik azalıyordu. Anadolu’yu bir arada tutan temel unsur olan Selçuklu Devleti
ise Moğollar tarafından atanan ve kendi emrinden çıkmayacak hükümdarlar
tarafından yönetiliyordu. Selçuklu tahtına artık temsili hükümdar oturmaya
başlamıştı. Zira Anadolu beylikleri üzerinde herhangi bir tahakkümü kalmamıştı.
Moğollar (İlhanlılar) 14. Yüzyıldan itibaren zayıflamaya ve güç kaybetmeye
başladılar. İlhanlılar 1295 yılında İslamı resmi din olarak kabul etmişlerdi.
Ancak hem İlhanlı saltanat ailesi daha önce Budizmi kabul etmiş, ardından
Şamanizme geri dönmüşlerdi. Bu anlamda İslamı kabul etmiş olmaları İlhanlı
saltanat ailesinin itikadi açıdan ayrı bir cenderenin içerisine sürükledi. Bu
durum devlet politikalarını da etkiledi.
İlhanlı devleti 1300’lü yıllardan
itibaren zayıflamaya başlamıştı ancak bu durum Selçuklu Devletinin toparlanması
için yeterli değildi. Zira saltanat makamı ve devletin tüm idari mekanizmaları
işlevselliğini kaybetmişti. Son temsili Selçuklu hükümdarı 2. Mesut Han’ın
vefatından sonra Moğollar yerine bir hükümdar tayin etmese de Mesut Han’ın
yerine geçecek kimse olmadığı için Selçuklu Devleti fiilen sona ermiş oldu
(1308).
Kayılar
Kayılar, kökenleri itibariyle 24 oğuz boyundan biri olarak
varlıklarını yüzlerce yıldır koruyan güçlü ve önemli bir boydu. Göktürkler ve
Karahanlılar dönemlerinde İç Asya’da varlıklarını devam ettiren Kayılar, 9.
Yüzyılda Selçuklu Devleti bünyesinde ekseriyetle Horasan bölgesinde varlıklarını
sürdürmekteydiler. Selçuklu tebaası olmayan ancak Selçuklu Devleti hudutları
içerisinde diğer Türk boyları gibi konar/göçer yaşayan Kayılar Anadolu’ya iki
ayrı dönemde iki ayrı kol halinde girdiler.
İlk önemli Kayı kolu Malazgirt
Zaferi ile Anadolu’ya giriş yapmış ve ilerleyen yıllarda güçlenerek Artuklu
beyliğini kurmuşlardı. Horasan ve Merv bölgesinde varlıklarını devam ettiren bir
diğer Kayı kolu ise Moğol baskıları nedeniyle Batıya doğru sürüklenmiş,
Harzemşahlar ile birlikte 12. Yüzyılın sonlarında Anadolu’ya
girmişlerdir.
Kayıların sayıca hatırı sayılır büyüklükte bir nüfusa sahip
olduğunu bünyesinden iki büyük beylik çıkarttığından hareketle görebiliyoruz.
Ancak Selçuklu devrinden önce tarih sahnesinde ismine pek rastlanmamaktadır.
Bunun muhtemel sebebi Kayıların diğer büyük Türk kitleleriyle birlikte hareket
etmemiş olmalarıdır. Gerek Göktürkler devrinde, gerekse Karahanlılar döneminde
tarih kayıtlarına düşmüş ve ulaşabildiğimiz tarih kayıtlarına etki edecek bir
siyasi tezahürün içinde bulunmadıkları düşünülebilir.
Ancak varlıklarını
yüzlerce yıl devam ettirebildiklerini, Anadolu’ya göç ettiklerinde ise takriben
70 bin çadırlık geniş bir nüfusa sahip olduklarını düşünürsek kendi kaderlerini
kendileri belirlemiş, geçte olsa Türk Tarihindeki yerlerini 12. Yüzyıl
itibariyle almışlardır.
Kayılar, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılma sürecine girmesi
ile Anadolu Beylikleri’nin bağımsız ve kendi başlarına idare edilmeye başlandığı
dönemde Bizans’a karşı elde ettiği başarılar neticesinde güçlenmiş, yaklaşık 40
yıllık bir sürecin sonunda İmparatorluk haline gelerek Osmanlı Devletinin kurucu
unsurları olmuşlardır.
Osmanlı Devletinin kuruluşu sürecinde baş rolü üstlenen Kayı
Boyunun Anadolu’daki varlıkları Büyük Selçuklu Devleti döneminde Anadolu’ya
giren Türk boyları kadar eski değildir. Kayılar Anadolu’nun Türkleşmesinden
yaklaşık 100 yıl sonra Anadolu’ya girmişlerdir.
Kayılar, Moğol saldırılarının etkisiyle İç Asya’dan batıya doğru
göç hareketine girişen Türk boyları ile birlikte Büyük Selçuklu Devletinin hüküm
sürdüğü İran coğrafyasına göç etmişlerdi. Ancak Büyük Selçuklu Devleti 1157’de
yıkılınca İran coğrafyası Abbasilerin tahakkümü altına girmeye başladı. Büyük
Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra merkezi bir yönetime bağlı olmasalar da
vilayetlerin yönetimi halen Büyük Selçuklu Devleti tarafından görevlendirilmiş
olan valilerinin elinde bulunuyordu.
Selçuklu valileri Abbasilerin bölgelerinde
hâkimiyet kurmasını arzu etmiyorlardı. Aynı şekilde Moğol baskısıyla İç Asya’dan
göç eden göçebe Türk boyları da Müslüman olmalarına rağmen Arap hükümdarlar
tarafından yönetilmek istemiyorlardı. Selçuklu valileri ve göçebe Türk boyları
bu ortak menfaat etrafında buluşarak Abbasi akınlarına karşı ittifak kurdular.
Bu dönemde Kuzey İran coğrafyası Selçuklu ardılları olan Türklere, bölgede uzun
süredir yaşayan göçer Türkmenlere, Kuzey Karadeniz hattında yaşayıp hazar denizi
üzerinden İran’a göç eden Tatarlara ve Moğol baskısıyla İç Asya’dan göç eden
göçebe Türk boylarına ev sahipliği yapıyordu. Selçuklu valileri Türkmenleri,
Tatarları ve göçebe Türklerin en güçlü unsurlarından olan Kayıları ikna ederek
Abbasi akınlarına karşı bir ittifak oluşturdular ve bulundukları bölgeyi
(Horasan/Merv kentleri) Abbasi akınlarından korudular.
Bu başarıda en büyük paya
sahip olan Kayılar hem Büyük Selçuklu Devleti sonrası İran coğrafyasında başsız
kalmış olan Türkmenlerin bağlılığını kazandı hem de büyük bir nüfuz kazanarak
bölgedeki Türk kitlelerin liderliğini üstlendi.
Kayılar bu tarihte yaklaşık 20.000 çadırlık kalabalık bir
oymaktı. Bölgedeki Türkmenler ve Tatarlar ise 50.000 çadırdan oluşan çok daha
kalabalık bir nüfusa sahipti.
Kendilerinden sayıca az olmalarına rağmen Kayı
beyi Süleyman Şah’ın giriştiği savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar ve Kayıların
elde ettiği başarılar Türkmen ve Tatarları etkiledi. Yeni ve güçlü bir lider
arayan bu Türk kitleleri Süleyman Şah’a biat ederek Kayı boyuna katıldılar.
Kayılar artık 70.000 çadırdan oluşan muazzam bir güç unsuru haline gelmişlerdi.
70 bin çadırlık bir nüfus yaklaşık 50.000 kişilik bir savaşçı ordusu anlamına
geliyordu.
Oymağın savunması için vazifelendirilen askerler düşünüldüğünde ise
en az 30.000 askerlik bir sefer gücü söz konusu oluyordu ki; bu rakam büyük bir
savaşın kaderini belirleyebilecek bir muharip unsur olmaları için fazlasıyla
yeterlidir.
Kayılar devletsiz ve töresiz kalmış, hem Moğollar hem de
Abbasiler tarafından hedef haline gelmiş İran coğrafyasında varlıklarını devam
ettirmek yerine Gaza etmek ve Anadolu’da kurulmuş ve giderek güçlenmekte olan
Anadolu Selçuklu Devleti’ne yakın olabilmek maksadıyla Anadolu’ya göç etmeye
karar verdiler. Anadolu göçlerindeki ilk durakları Ahlat oldu (1191).
Burada çok
kısa süre kalan Kayılar, ardından önce Erzurum’a sonra ise Erzincan’a
yerleştiler. Ahlat, Erzurum, Erzincan hattı Anadolu Selçuklu Devleti ile
Harzemşahlar devleti arasında sınır hattı durumundaydı. Doğusunda Harzemşahlar
Moğol akınlarına karşı koymaya, Batısında Anadolu Selçuklu Devleti Anadolu’daki
hâkimiyetini güçlendirmeye ve Haçlı seferlerine karşı koymaya çalışıyordu.
Kayılar ne Anadolu Selçuklularına ne de Harzemşahlara tabi olmadılar ve kendi
kaderlerini kendileri tayin etme gayretine giriştiler. Yaklaşık 30 yıl boyunca
Erzurum ve Erzincan’da yaylayıp kışladılar ancak geçirdikleri onca zamana rağmen
umduğunu bulamayan Süleyman Şah, asıl vatanı olarak gördüğü Türkistan
coğrafyasına geri dönmeye karar verdi. Genç ve kahraman bir bey olarak ayrıldığı
Türkistan’a şimdi yaşlanmış, ömrünün son demlerini yaşayan bir bey olarak geri
dönüyordu.
Kayılar, göçlerini vaktiyle Türkistan’dan göç ettikleri Tebriz -
Ahlat istikameti üzerinden değil güneyden Fırat nehri ve Halep vilayeti
güzergahından gerçekleştirdiler ve Halep vilayeti yakınlarında bulunan Caber
kalesi yakınlarına kadar ilerlediler. Göç istikametleri gereği Fırat nehrini
geçmek zorunda olan Kayılar, sığ gibi görünen bir boğazdan nehri geçmeye karar
verdiler. Öncü birlikler nehri geçemeyince durumu Süleyman Şah’a bildirdiler.
Süleyman Şah nehri kontrol etmek için atını nehre sürdü ancak at sendeleyince
nehre düştü ve boğularak hayatını kaybetti. Süleyman Şah, sudan çıkartılarak
Caber kalesi yakınlarında nehir kenarına defnedildi. Bu bölge sonradan Türk
Mezarı olarak anılmıştır. Günümüzde Süleyman Şah türbesi olarak geçen anıt
mezarın bu bölgede bulunması hasebiyle Kayı beyi Süleyman Şah’a ait olduğu
düşünülmektedir.
Süleyman Şah’ın vefatı üzerine Kayı boyunun dirliği bozuldu.
Yaklaşık 70.000 çadır büyüklüğünde olan Kayı boyu içerisindeki en kalabalık
kitleyi Türkistan’da Süleyman Şah’a tabi olan Türkmen ve Tatarlar oluşturuyordu.
Süleyman Şah’ın ölümü üzerine bu kitle Kayılardan ayrılarak Şam’a doğru göç
ettiler. Günümüzde Şam Türkmenleri olarak varlıklarını devam ettiren topluluk
Kayılardan ayrılan Türkmen-Tatar kitlelerin ardıllarıdırlar.
Türkmen ve
Tatarların ayrılmasından sonra geriye kalan ve Kayı neslinden olanlar Süleyman
Şah’ın 3 büyük oğluna uydular. Aslında Süleyman Şah’ın 4 oğlu vardı. Yetişkin
olan oğulları Sungur Tigin, Gündoğdu bey, Ertuğrul Bey Kayı boyuna önderlik
ettiler. En küçük kardeş olan Dündar ise henüz çocuk yaşta olduğu için
ağabeylerine uymuştur.
Türkmen ve Tatarların ayrılmasından sonra Türkistan’a göç
etmekten vaz geçen Kayılar, geldikleri güzergâhı izleyerek yine Fırat nehri
üzerinden Erzurum’a geri döndüler. Pasin Ovasında bulunan Sürmeli Çukuru
mevkiinde kışladılar. Ancak bu birliktelikte uzun sürmedi. Süleyman Şah’ın en
büyük oğlu olan Sungur Tigin ve onun bir küçüğü olan Gündoğdu Bey, Süleyman
Şah’ın ölümü üzerine yarım kalan Türkistan göçünü tamamlamaya karar verdiler.
Ertuğrul bey ise Türkistan’a dönmek yerine Anadolu’da kalıp gaza etmenin daha
doğru olacağını düşündü. Bunun üzerine Kayı boyunun büyük bir bölümü, tigin
olması hasebiyle Süleyman Şah’ın en büyük oğlu Sungur Tigine ve onunla birlikte
hareket eden Gündoğdu beye biat ederek Türkistan’a doğru göç ettiler. Ertuğrul
beye ise yalnızca 400 çadır, kardeşi Dündar ve annesi Hayme Sultan biat ederek
Erzurum’da kalmıştır.
Kayılar Türkmenlerin, Tatarların ve Sungur Tigin’e biat
edenlerin ayrılmaları ile küçülerek 70.000 çadırlık bir oymaktan 400 çadırlık
bir obaya dönüştü. Artık kendi kaderlerini tayin edebilecek kadar güçlü
değillerdi. Kışlayabilmek için bir hükümdara tabi olmaları, Gaza edebilmek
içinse bir orduya mensup olmaları gerekiyordu. Zira birkaç yüz kişilik bir
askeri güçle ancak başıboş çetelerle ve yağmacılarla baş edebilirlerdi.
Ertuğrul Bey hem obasını muhafaza edebileceği güvenli bir yurt
edinmek hem de Gaza edebilmek için büyük oğlu Saru Yatı’yı Anadolu Selçuklu
Devleti hükümdarı Alaeddin Keykubat’a elçi olarak gönderdi. Alaeddin Keykubat,
Ertuğrul Beyin talebine müspet yanıt vererek Kayılara Söğüt vilayetini kışlak,
Domaniç ve Ermenibeli dağlarını yaylak olarak tahsis etti. Kayılar artık
Selçuklu Devletinin tebaası olarak yaşayacaklar, Selçuklu ordusu ile gaza
edecekler ve Batı Anadolu’nun bereketli topraklarında hayatlarını devam
ettireceklerdi.
Kayılar önce Ankara’ya oradan Söğüt’e geçtiler. Söğüt bu
tarihten sonra Kayıların kadim Yurtları haline geldi. Ertuğrul bey, Gazi
unvanını aldı ve ömrünün sonuna dek Söğütte yaşadı. Savaşsız, uzun ve müreffeh
bir ömrün ardından 1281 yılında, 90 yaşında vefat etti. Büyük Oğlu Osman bey
tarafından inşa edilen türbesi Söğüt (Bilecik) ilçesinde bulunmaktadır.
Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra Kayıların başına büyük oğlu
Osman Bey geçti.
Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu
Anadolu Selçuklu Devleti yıkılırken Anadolu’ya hüküm süren
beylikler kendi kaderlerini tayin etmeye, bölgedeki varlıklarını
sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Bu dönemde Kayılar henüz bir beylik kurabilecek
kadar güçlenebilmiş değillerdi ve kendilerine yurt olarak verilen Söğütte
komşuları olan Bizans tekfurları ile iyi ilişkiler kuran küçük bir oba olarak
varlığını devam ettiriyorlardı. Osmanlı Beyliğinin kurulması süreci Ertuğrul
Gazi’nin vefatından sonra yerine geçen Osman Bey döneminde
gerçekleşmiştir.
Kayılar, yeni yurtları olan Söğüt’e yerleştiklerinde bu bölge
oldukça sakin ve müreffeh bir bölgeydi. Bizans devleti İstanbul dışında olan
bölgeleri sınır valileriyle yönetmekteydi. Söğüt İnegöl, Karacahisar ve Bilecik
tekfurluklarının (Vali) tam ortasında bulunan Selçuklu Devleti sınırını teşkil
ediyordu. Karacahisar ve Bilecik tekfurları, uzun zamandır Selçuklu Devleti ile
iyi geçiniyor, vergi veriyor ve herhangi bir husumet gütmeksizin Bizansa bağlı
olarak bölgedeki varlıklarını devam ettiriyorlardı.
Kayıların Söğüt’e
yerleşmesinden sonra Ertuğrul Gazi de komşu tekfurluklarla iyi ilişkiler kurmuş
herhangi bir husumet gütmemiş ya da mücadele içerisine girişmemişti. Hatta bu
tekfurluklar Kayıların bölgedeki varlıklarından oldukça memnunlardı. Zira
bölgede başıboş gezen Tatar yağmacılar yerleşik bir hayat süren Rum köylerine
saldırıyor ve yağma yapıyorlardı. Kayıların bölgeye yerleşmelerinden sonra bu
yağmacılar kendileri gibi bozkır savaşlarını bilen Kayılardan çekindikleri için
artık yağma faaliyetlerine teşebbüs etmediler.
Ertuğrul Gazi'nin Vefatı ve Beylik Seçimi
Ertuğrul Gazi, bereketli ve müreffeh bir ömür yaşayarak 1281
yılında 90. yaşında vefat ettiğinde ardında üç yiğit evlat ve bir kardeş
bıraktı. Ertuğrul Gazi'nin ölümünden sonra oğulları Saru Yatı, Osman ve Gündüz
ile kardeşi Dündar beylik için namzetlerdi. Ertuğrul Gazi'den sonra en tecrübeli
kişi Ertuğrul Gazi'nin kardeşi Dündar beydi ancak Satu Yatı hem devlet
idaresinde Ertuğrul Gazi'nin rahlei tedrisinde özenle ve ihtimamla yetiştirilmiş
hem de Moğollar ile yapılan savaşlarda basireti ve cengaverliği ile rüştünü
ispat etmiş tecrübeli bir kumandan olarak daha güçlü bir aday durumundaydı.
Bunun yanında Osman çok iyi bir avcıydı ve av merakı ile diyar diyar gezmiş,
kendisine hem beylik içinden hem de beylik dışından pek çok hayran ve tanış
kazanmıştı. Bu özellikleri ile Gaziler (Alplar) kendisine fevkalade bir teveccüh
ve itibar göstermekteydi. Ertuğrul Gazi'nin en küçük oğlu Gündüz ise henüz bu
rekabette yer alabilecek meziyetlere sahip değildi.
Dündar bey bu şartlarda güçlü bir aday olamadı. Kayı aşireti
kendilerine Saru Yatı (Savcı) ve Osman'ı bey olarak tayin ettiler. Türk
töresinde de gayet tabii bir yönetim biçimi olan ortak hükümdarlık Hunlar,
Göktürkler, Karahanlılar ve Selçuklular döneminde olduğu gibi bir tür ortak
hakanlık ile Osman ve Saru Yatı birlikte Kayıların beyliğine atandılar. Dündar
bey ise beyliğin idaresinde Osman ve Saru Yatı'dan sonra en yetkili kişi
konumunda vazife aldı.
Saru Yatı (Savcı) beyden tarih kaynakları çok fazla söz
etmemektedir. Bunun nedeni Saru Yatı'nın 1287'deki Domaniç Savaşında şehit
düşmesidir. Ertuğrul Gazi'den sonra yerine Osman Bey'in varis olarak geçtiği
düşüncesi bir yanılgıdır. Bu yanılgının sebebi Aşıkpaşazade'nin Saru Yatı'dan
yeterince bahsetmemesi ile ilgilidir. Oysa Neşri ve Tevarih-i Al-i Osman'da Satu
Yatı'dan bahsedilen beyitler ve destanlarda beyliğin Saru Yatı ve Osman
tarafından ortaklaşa idare edildiğini anlamamız için yeterince veri
bulunmaktadır.
Ertuğrul Gazi döneminde başlayan iyi ilişkiler Osman Bey
döneminde artarak devam etti. Osman Bey döneminde Anadolu Selçuklu Devletinin
bölgede hatırı sayılır bir tahakkümü kalmamıştı. Bu siyasi ortamda bölgede yeni
bir güç ortaya çıktı. İleride büyük bir beylik olacak olan Germiyanoğulları bu
tarihlerde bölgelerindeki hakimiyetlerini güçlendirmeye başlamışlar ve
Karacahisar tekfurluğu için bir tehdit unsuru haline gelmişlerdi. Bu durum,
Karacahisar Tekfurluğu ile dostane ilişkiler içerisine giren Osman Bey’in
Germiyanoğulları’na karşı hasmane bir tutum izlemesine yol açtı. Ancak bu
hasmane durum bir savaşa yol açmadı.
Osman Bey, doğumundan beyliğine kadar olan süre boyunca hiç
savaş görmemiş, hiç gaza etmemişti. Komşuları olan Bizans tekfurları ile iyi
geçiniyor, kendilerine yurt olarak verilen bereketli topraklarda uzun yıllardır
güven içerisinde yaşıyorlardı. Osman Gazi bu müreffeh yıllarında av sevdasına
tutuldu. Sürekli ava çıkıyor, av için gittiği yerde günlerce kalıyordu. Üstelik
sadece kendi yaylasında değil uzak diyarlara seyahat ediyor, av seyahatlerinde
gittiği yerde bazen birkaç gün bazen daha uzun ikamet ediyordu.
Osman Beyin bu
av seyahatleri onun tanınmasına ve sevenlerinin artmasına vesile oldu. Zira uzak
diyarlardan av için gelen bir Bey her gittiği yerde saygıyla ve hürmetle
karşılanırdı. Osmanlı Tarihçisi Aşık Paşazade, Osman Beyin bu av sevdasını “gece
gündüz demeden, dört bir yana yürürdü” şeklinde ifade etmiştir.
Osmanlı Devletinin İlanı (1299)
Osman Bey, Karacahisar’ı fethettikten sonra bu bölgeyi tebaasına
açmış, köylere kendi tebaası olan Müslüman kitleleri yerleştirmiş, kiliseleri
camiye çevirterek bölgeyi Müslümanlaştırmıştı. Zamanla bir İslam şehri haline
Karacahisar’ın yerlileri bir araya gelerek Cuma namazı kılmak istediler.
Amaçları hutbeyi Osman Bey adına okutmaktı. İslam geleneğinde Hutbe, o
toprakların yegâne sahibi adına yani hükümdar adına okunmaktaydı. Halk, Osman
Beyi artık hükümdar olarak görmek istiyordu.
Osman beyin kayınpederi olan Şeyh Edebali’nin müritlerinden
Dursun Fakıh, bölgede saygı gören bir zattı. Halk, bu taleplerini Dursun Fakıh’a
ilettiler. O da bu konuyu babası Şeyh Edebali’ye iletti. Osman Bey, olan biteni
öğrenince “Size ne lazımsa onu öyle yapın” diyerek tebaasının hüsnü talebini
kabul ve tasdik etti. Dursun Fakıh, “Han’ım! Bu iş için Sultandan icazet ve izin
gerekir” diyince Osman Bey, Osmanlı Devletinin kuruluşunu müjdeleyen o yanıtı
verdi;
“Bu şehri ben bizzat kendi kılıcımla aldım. Sultanın bunda bir
faydası olmadı.
Ondan niçin izin alayım? Ona sultanlık veren Allah, bana da
gazayla hanlık verdi. Eğer kastedilen şu sancak ise ben sancak götürüp
kâfirlerle uğraşmadım. Sonra o, ben Selçuk soyundanım derse ben de Gök Alp
oğluyum derim. Yok eğer bu ülkeye onlardan önce geldim derse benim dedem
Süleyman Şah da ondan önce gelmiştir.”
Halk Osman Gazinin bu söylediklerinden haberdar olunca sevinçle
camiye koştu. Dursun Fakıh hutbeyi Osman Gazi adına okudu. Osman Bey artık
devletli olmuş, devletini ve hukukunu ilan etmişti. O artık bir bey değil bir
Han olarak anılacaktır. Osman Gazi Han, Karacahisar camiinde kendi adına
okuttuğu hutbeyi müteakip bayram namazında hâkimiyeti altındaki tüm camilerde
okutarak Osmanlı Devletini tüm dünya ya ilan etmiş oldu. Osman Gazi, bayram
namazını Eskişehir’de kıldığında hutbe Osman Gazi Han adına okunuyordu (1299).
Osman Gazi’nin Rüyası
Osman Gazi’nin Osmanlı Devletinin kuruluşunu müjdeleyen rüyayı
görmesi ve rüyasını hocası Şeyh Edebali’nin yorumlaması ile ilgili bilgiler,
Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade tarafından nakledilmiş kayıtlı bilgilerdir. Aşık
Paşazade, bu bilgileri Şeyh Edebali’nin oğlu Mahmut Paşa’dan bizzat dinlemiş ve
kaydetmiştir. Aşık Paşazade’nin naklettiği bilgilere göre Osman Gazi bu rüyayı
Ermenibeli’nde pusuya düşürülmesinden bir yıl sonra 1285 yılında görmüştür.
Rüyasında gördüğü kişi Edebali adında bir şeyhtir.
Şeyh Edebali aslında
sanıldığı gibi Osman Beyin hocası değildir. Bölgede sevilen, halk tarafından
büyük itibaren gören, pek çok kerameti görülmüş, varlıklı ancak cömert, evinden
misafiri eksik olmayan mübarek bir zat olarak biliniyordu. Osman Bey de bu zata
zaman zaman misafir olur hasbıhal ederdi.
Osman Gazi bir gece ibadet edip dua ettikten sonra uykuya daldı.
Rüyasında kendisine misafir olduğu bu zatın göğsünden bir ay doğarak kendi
göğsüne giriyor, ardından karnından bir ağaç bitiyor, bu ağacın alemi kaplıyor,
gölgesinde dağlar meydana geliyor, bu dağların yamacından sular akıyor, bu
sulardan kimileri içiyor kimileri bahçesini suluyor, kimileri çeşmeler
akıtıyordu.
Gördüğü rüyayı doğrudan bu zata giderek anlattı. Şeyh Edebali,
rüyayı dinledikten sonra “Oğul Osman Gazi, sana müjdeler olsun, yüce Allah sana
ve nesline padişahlık verdi, kutlu olsun. Ayrıca kızım Malhun senin eşin
olacak.” dedi.
Osman Gazi, bu rüyayı gördükten hemen sonra kılıcını kuşanarak
İnegöl Tekfurunun kontrolünde bulunan Kulacahisar kalesini zapt etmiş ilk
fethini gerçekleştirmiştir.
Son yüzyılda ortaya çıkan bazı tarih kaynaklarında Osman Beyin
Şey Edebali’nin kızını ikinci eş olarak aldığı, Malhun Hatun’un Şeyh Edebali’nin
değil Selçuklu veziri Ömer Abdülaziz’in kızı olduğuna dair bilgiler geçmektedir.
Elimizdeki en itibar edilir ve güçlü kaynak olan Osmanlı tarihçisi Aşık
Paşazade, Malhun hatunun Şeyh Edebali’nin kızı olduğunu, Orhan beyin bu
evlilikten doğduğunu belirtmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder